top of page
  • WEMB

OTOBİYOGRAFİM'den KESİTLER

Güncelleme tarihi: 12 Şub 2023

 

Kimim Ben!?

Artık hangi soru sorulursa Yanıtım "HAVET"

Pekiyi sen neyin nesisin Hans Ayberg?

Buna benim bile yanıt vermem çok zor.

Ama bir yerinden tutunup işe girelim.

Örneğin adımdan, ülkemden başlayalım:

Hans von Äiberg: Kitaplardan tanıdığınız!

Hansel van Heiberg: Şu Gretel'in Hansel'i

Far Øer-ne diye bir ada-ülke duydunuz mu?

Danimarka'nın Grønland ile birlikte "Bağımsız" ülkesi...

Halen inatla eski normanca olan dillerinde "Foroyar" deniyor.

Grönland'ın adı eski efsanelerde "İnsula Thule ve Ultima Qarnac" diye

geçer. Dünyanın en büyük adası, "Bücür" bir ülkeye bağlanmış,

Foroyar ise yine eski esatirlerde "Hyperboreal=Uzakkuzey" diye geçer.

Valhalla mitlerinde "Norsemanniskaland" olarak bilinirken, en eski

Germen efsaneleri de "Hvetteramanniskaland=Bembeyaz insanlar ülkesi"

diye belirtir. Türçesi ile Far Öer adalarıdır.

Grönland ne kadar büyükse, Far öer adaları da o kadar küçük...

(Ama Türk milli takımıyla golsüz berabere kalacak kadar da adı var)

 

Doğum Tarihi

Ben 14 Şubat 1945 yılında Greenwich meridyeninin üzerinden geçtiği Far Öer (Bağmsız ada-devlet) başkenti Thornshaven'da sabah 09.15 (Türkiye saatiyle 07.15) cıvarında doğdum. Savaş bitmemiş ve ben kundakta bebeğim. Ana kıtaya döndük: Helsingborg'a... Fakat Almanlar tüm ailemi yok edecek kadar kötü anılar bıraktılar... Bu yüzden savaşta tarafsız olan Sverige'ye geçtik. Karşısı Helsingör denen İsveç kasabası... Aradaki boğaziçi enindeki boğaza da Kattegat: Cat Gate deniyor... Çünkü buz tutuyor ve KEDİLER buz üzerinden karşı kıyıya geçebiliyorlar... İlgilendiğiniz eğer burcum ise Kova burcundanım. Ayrıca o gün st.Valentine (Dünya Sevgililer günü)...bir başka ayrıntı da 1945 yılı "Aquarius Cycle" yani Kova Evresinin başladığı yıldır. Yani Güneş sistemi o yıl, Balık burcu evresinden Kova burcu evresine girmiştir. Beraberinde ikinci dünya savaşı bitmiş, barış ve teknoloji çağı gelmiştir. Burcun yönetmeni "Bilim, yenilikler, deha gezegeni Uranüs'tür. Kova Evre'sinin yönetmeni de Kur'an'da Necm Suresi ilk ayette açıklanan, 49.ayette de adı Şi'Ra olarak verilen (Şi'ra Yıldızının da Rabbi O'dur)çok özel bir sistemdir. Şi'ra'nın anlamı "Şuur=Bilinç" kökünden gelmektedir. Anlayacağınız, Hans Ayberg "Bir uzakkuzeyli, Hyperboreal"dir. Bayrağı Norveç bayrağını andırır. Çünkü "Yüzyıllarca bir adada soyutlanmanın bedeli olarak anakara'nın dili olan Danca yerine en eski Norseman dilini konuşuyorlar. Yani halen ölmemiş yaşayan Viking dili olan Far Öerce'yi konuşurlar. Devlet olarak amblemi bir koçbaşıdır. Bunun üç anlamı var: 1. Kuzeyde KOYUN'un en son yetiştiği adadır. Anlamı da Koç-Adasıdır.

2. Tanrı THOR'un tepegözü ve iki boynuzu vardır. Başkent halen Thornshavn'dır=Thor'un limanı! Eski adıyla Niflheim=Sisli, buz puslu kent... Buraya bir süre sürgün gelmiştir. 3. Thor'un rakibi başlıca Tanrı VATN (wooden, Odin, Odino) kendi Gözcü-gardiyanı (Gaard) Thulgard'a ünlü Viking kaskı olan iki boynuzlu sihirli RUNİK miğferini vermiştir. Böylece Thor ve şeytanları oraya hapsedilmiştir, ama bir gün hapsedildikleri yerden çıkacak ve dünyayı ele geçirecekler(miş) Tam bir Zülkarneyn efsanesi.

 

Türkleşmem

MİRAC İKİNCİ BAND-CİLT-1 KESİM – 2

BİLİM İMANA GETİRİR!

Hep tepeden bakmaya alışmış, kibirli batılı bilim adamlarının (Hangi ilahi çağrıyı almışlarsa) İslâm’a akmaları, kendilerinin bile beklemediği bir dönüşümdür. Buna en başta şaşanlardan yaşayanlardan biriyim. Hem, bir aptal gibi,niçin çok daha önce Müslüman olmadığıma hayıflanırı, hem de kıyasıya karşı olduğum İslâm’ı nasıl böyle benliğimle benimsediğime hâlâ hayret eder dururum.

İyi bir hristiyan disiplini ardından, “Akil” olduğum çağda, eski dinimin kendi içinde çeliştiğini, akıl ve bilim ile hemen hiç ilgisi olmadığını görerek koptum. Böylece dinsizliğe, tanrısızlığa mecbur kalmıştım. Kâfirliğin “Denize düşen yılana sarılır” örneği, felsefeleri olan maddecilik(Materyalizm) varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) gibi inançlarla felsefe boşluğumu doldurmaya çalışıyordum. Materyalizmin, bilim dışı gerici kalığı yeni bir köleci toplumu amaçladığını, madde ötesini bütün gerçekliği ile hissetmemize rağmen, göz göre göre inkâr ettiğimizi sezdim. Önceden doyumsuz kaldığım “hristiyanlık” gibi, o da gerçeğe ters düşüyordu. Daha sonra “nemelazımcılık, kozmopolitizm, spritüalizm” gibi ne varsa, arayışa girdim. Sonuçta aynı boşluğu hep hissettim. Bu kez dünya dinlerini, (Özellikle, Uzakdoğu ve güneydoğu Asya dinlerini) incelemeye aldım. Bunlar, tamamen kapalı, “Açıklığı” olmayan, törenleştirilmiş bir oyun, bir sır gibiydi. Üstelik şeytansı bir şeyler vardı artlarında…

İslâmiyetin kitabı “Kur’an”ı ise hiç mi hiç düşünmüyordum. “Almanya içlerine kadar dalan akıncıların” nasıl malları yağmaladığını, köy basıp, kızlarımızı cariye olarak götürdüklerinin hıncıyla doluydum. Bana göre Kur’an, bu “Yarı barbarların, çöl bedevilerinin ve geri kalmışlığın” bir simgesiydi. Bu yüzden asla ve asla Kur’an’ı okumaya niyetli değildim.

Günün birinde Almanya’da uzun bir tren yolculuğunu yapmam gerektiğinde, kopartmanda tek yol arkadaşım, aşağı-yukarı bir rahibe gibi kapanmış, yabancı asıllı bir kadındı: belirli aralıklarla “Garip hareketler” yapıyordu. Dayanamayıp bu tuhaf tapınma hareketlerinin nedenini kendisine soruduğumda, çok temiz bir İngilizce ile, seferi namaz kıldığını anlattı. Uzun yol arkadaşlığımız boyunca, orijinalinin ve ingilizcesinin birlikte yer aldığı bir Kur’an gösterdi kitabı elime aldığımda, kolayca anlayıp, hayretle okudum. Bu mübarek kitap âdeta beni esir almıştı. Önceleri, Müslümanların, Hz .İsa ve Hz. Meryem’e kıyasıya düşman olup, küfrettiklerini ve diğer peygamberlerle, dinleri, kitapları reddettiklerini sanıyordum. Ne var ki, elime ilk kez aldığım Kur’an tam tersine sureler Meryem, Âli İmran ismini bile vererek, ilahi ana-oğulu methediyordu. Hz. İsa’nın “Allah’tan bir kutsal Ruh” ve Allah kelamı (Kelimesi) olduğunu ve hristiyan olarak inandığımız gibi, gelecekte yeniden “GERİ DÖNECEĞİNİ” yazıyordu. Daha sonra, teslis gibi yanlışlarımızıbiz hristiyanlara yüklüyor, evren bilime ve yaratılış bilimlerine yönelmiş olan aklıma “TAM HİTAP” ediyordu. Bu Kur’an, diğer kitaplar gibi çelişik,diğer dinler gibi kapalı değildi. Tam tersine, aradığım netlik, açıklık ve çağrı mesajı, ilahî davet vardı. İsminin Müfide Atalay olduğunu öğrendiğim bu saygın TÜRK kadını, eğer benimle yolculuk etmese, mübârek kitabı elime (hayır, gönlüme) vermeseydi, bugün Müslüman olmam söz konusu edilemezdi. Müfide hanım bir vesileydi ama beni ikna eden KUR’AN’ın ta kendisiydi. Kur’an’ın aynı zamanda bir bilim kitabı olduğunu ve doğrudan aklıma hitap ettiğini kavradığım için (Elhamdülillah) Müslüman oldum.

Müfide Atalay hanımefendinin bana çok etkisi olmuştur: bunlardan ilki, kadınların birer zevk âleti, şımarıklık örneği, geri zekâlı aşağı sınıf olduklarına ilişkin düşüncelerimi alt,üst etmesiydi. Mü’mine, müslime ahlâkının canlı bir örneği(sanki Hz. Meryem ananın dönüşü) gibiydi. Kadının “âsli görevinin müşfik bir ANNE, tabiatının sâdık bir EŞ” olduğunu anladım.hâlen kadınlardan özür diliyorum… Müfide Hanım’ın tesettürüne, bilgisine, iman vekarına, İslâm heybetine, kendisine hayran elde değildi. Haçlı zihniyetim onun karşısında pes ederek, yerini İslâm’a hayranlık duygusuna bıraktı.

Müfide Hanım’ın ikinci büyük etkisi ise, milletimi bulmama yardım etmesiydi. İsveç ve Danimarka’ya bölünmüş bir ailenin Almanya’ya yerleşmiş Almanlaşmış dalına mensuptum ve “Milletimin, vatanımın ne olduğuna” ilişkin bir fikrim yoktu, âdeta vatansız kozmopolit biriydim. Ben Elit ve enteldim, kalanlar ise tebâmdı(!). Öte yandan asıl annem Eva Weissschild, “Halktan” bir kız olduğu için ve İsveç-Danimarka kraliyet akrabası olan “Soylu” baba tarafımın (von Heiberg) “Yüzkarası”olduğu için, “beni doğuran” İkinci Dünya savaşında öldürülen babamdan arta kalan “ben öz oğlunu, para karşılığında” satmış ve ayrıca bir başkasıyla evlenmiş, beni hiç mi hiç aramamıştı. Dadılar elinde, din masları ile büyümüş bir yetimdim. Aklım erdikçe anne ve babamı ilk kez sorduğumda, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş putunu “babam” ve duvardaki müşfik yağlıboya Meryem Ana ikonasını da “Annem” diye tanıştırdılar. Sonra bunların ana-oğul olduğunu nasıl annem- babam olabileceğini akıl ettiğimde,dünyam yıkıldı: Bu kez mirasımı yemekle meşgul olan “halam ve amcam” kendilerine Annam-babam olarak yutturmaya kalkıştılar. Onların sert saraylı disiplini nedeniyle çocukluğumu yaşayamadığımdan ikisinden de nefret ediyorum.

Çok sonra annem ve babamın ikisinin birden öldüğünü söylediler. Lise de iken, bu kez “Annemin yaşadığını, beni yüklü bir para karşılığında satıp, “hiç aramadığını” öğrenince anne baba kavramlarının iyice düşmanı kesilmiştim. Annemin yeni evliliğinden doğan dört kızkardeşimin ısrarıyla beni doğuranı görmeye gitmiştim. İlk karşılaşmamız, aynı zamanda son karşılaşmamız oluverdi: buz gibiydi ve beni doğuran evinde bile ağırlamayacaktı. Otelde kalacağıma tam bir yıkım halinde o “Acele ile bindiğim” gece yarısı treninde “Müfide hanım”ı tanıdım. Vatansı, dinsiz, imansız annesiz-babasız olmamın nedeni, sonradan çok iyi anlıyorum ki, “KADER”in ta kendisiydi. Aslında bir GERÇEK VATANA, GERÇEK MİLLETE ve GERÇEK EBEVEYNE susamıştım. Tabiî, gerçek bir DİN İNANCINA ve bilimin tam çözümü olan Allah inancına da kupkuruydum.

Müfide hanım, bütün bunları bir hikmet ile “oğlum” diyerek bir anda çözümledi aslen Ural Türklerindendi, Sovyetlerin (savaş sonrası) soykırımı nedeniyle, göçler aileyi üçe bölmüştü. Bir kısmı Türkiye2ye yerleşmişlerdi ama, kızkardeşi Mançurya üzerinden Japonya’ya, diğer kardeşi de “Türk-İslâm cemaatleri” kurmuş yada bu cemaate katılmışlardı.

Türklüğün kaderi olan “Parçalanmış yurdundan olmuş” aileler, böylece birbirlerini her yıl ziyaret ederek, hasret gideriyorlardı. Bu nedenle Müfide hanım Finlandiya’ya ben ise geri dönmek için İsveç’e gidiyorduk. Güney Almanya’dan başlayan ve Danimarka, İsveç boyunca süren tren yolculuğunda birlikte olduk. Müfide hanımın bu “çok uluslu” yapısı ile benimki arasında benzer bir drama vardı. Fakat o, hak dini İslâm’dan başka , “Milliyetini yurdunu” da bulmuştu. Çünkü her yeni müslüman gibi, hemen Hicaz2a yerleşmeyi düşünüyordum. Fakat kutsal topraklar başka sünneti uygulamak başkaydı!..

Dış Türkler başlarına gelen fecaat nedeniyle dinlerine kıyasıya sahiptiler ve her türlü emperyalizme karşı, hiçbir konuda asimile olmadan DİM-MİLLİYET bilinci her an hazır tutuluyor, âdetâ kafa tutuyorlardı. Oysa diğer doğulu İslâm milletlerinde bir “Gevşeklik, rehavet ve (Biz kuzeyli ırkların hiç sevmediği) tembellik” vardı. Türk müslümanı ise bir başkaydı: İlk tanıdığım Türk’ten başlayarak, “BAMBAŞKAYDI”. GERÇİ, Türkiye’de de bir kısım “Arabesk miskinliği” vardı ama, bunlar diğer İslâm ülkelerine göre pek azdı. Müfide hanımın Ural Türklerinden olmasına bağlı olarak, türkolojiyi de Türkçe ile birlikte öğrenerek, Müslümanlık yanında, Türklüğe tam bir gönül verdim.

Kronik bir yetim olarak, anne-baba yosunluğunun verdiği duble şefkat noksanlığı çok geç de olsa galeyana gelmiş, bir anda bizi anne-oğul olarak ısındırmıştı. O da bu samimiyeti hissettiğinde, beni yasal olarak “Evlatlık” edindi. O günden sonra, gerçek ve öz bir anne,oğul olarak kaldık. 1973 yılında vefat ettiğinde, tesettürü açılıverdi ve o güne kadar hiç görmediğim saçlarının rengini gördüm, meğer benim annem kızıl saçlıymış da haberim yokmuş!.. İşte, böyle bir müslime hanımefendiyi ÖZ ANNE edinmiştim. Hz. Osman ® kadar “AR”lı bu anneye, niçin kitaplarımı “ithaf ettiğimi” soran okurlara bu açıklamayı bir borç bilirim. Fakat okuyucunun da bana bir karşıt borcu var: Müfide Atalay’a okuyan okuruma ben de Rabbimin “ilmini arttırması” için peşinen duacıyım.

İstanbullular, bir ara Eyüp Sultan'a gidiniz. Pierre Loti (Piyer Loti) yoluna tırmanınız. Yolun üçte birinde "Mareşal Fevzi Çakmak"ın mezarını sorunuz. O araya giriniz. Mezarı kolaylıkla bulacaksınız. Fevzi Çakmak’ın hemen yanıbaşında bir mezar var. Hemen bitişik yanyana... Mezartaşında ne yazılı biliyor musunuz? Bir baba kız yatıyor orada... Adil (baba) ve kızı: Müfide Atalay...

Derken beni üzen bir haber... İki akdaşamız ayrı ayrı zamanlarda Eyüpsultan mezarlıklarına gittiler. Mareşal Fevzi Çakmak'ın mezarının hemen BİTİŞİNDEKİ MüfideAtalay'ın mezarını aradılar... Bulamadılar...

Çünkü BİTİŞİK mezarlar üzerine GENİŞ bir alanda ÜNLÜLERİN mezarı yapılmıştı. Mezarlıklar müdürlüğündeki araştırmada, yer ve parsel olarak Müfide (Babası Adil) Atalay YERİNDE görünüyor... Ama o tıkış tepiş mezarların ÇOĞUL yokedilmiş ve üzerinde anıtmezarlar yapılmış... Annem ve bitişik komşusu Fevzi Çakmak şimdi birlikte o anıtın altındalar... Ve yaklaşık 20 kişinin mezar alanı, ANIT için yokedilmiş...

İşte bu bizim dangalak KÜLTÜR(süz) Bakanımızın icraati... Ve bir de tarihçilerimizin kabahatı: Mareşal, Eyüp'e değil; Anitkabire gömülmeliydi. Mareşal demek üç meydan muharebesi kazanan demek... Eyüpte ne işi vardı?????

Belediye, Müfide Atalay’ın mezarını bitişikteki Fevzi Çakmak’a yer açmak için (anıt yapmak için) BİLİNMEDİK bir yere taşımışlar. (45 mezar taşınmış). Anneciğimin artık mezarı da bilinmiyor.

Benim bir kaç annem vardır. Öz annemden tiksinirim (ben kötü örneğim, sakın buna tevessül etmeyiniz, çünkü ÖFF bile diyemezsiniz anne ve babalara...). Ben özel olarak beni doğuran dediğim, anne diyemediğim Eva Weissschild'e karşı önlenemez bir nefret duyuyorum. Zaten babam yoktu, benim %100 öksüz olmama neden olmuştur. Ve ben safkan bir yetim iken, asla hiçbir kimse "başımı okşamadı". Ta ki 20 buçuk yaşında iken Müfide Atalay'dan başka...

Atalay çok hoş bir soyadı. Müfide Atalay ve ailesi Kazan kentinde yaşayan Katatirstan'ın başkenti) bir ÇUVAŞ-Başkırt kırması aile... Onlara İdil-Ural Türkleri deniyor. Tataristan'dalardı ama tatar değillerdi. Rahmetli ve kardeşleri kızıl saçlılardı.

 

Kimlik Karmaşası

Ve adım, ANA-KARA ve kültür emperyalisti Danimarka dilinde

Hansen vån Æiberg'dir. Ancak Grönland ve Far Öer "BAĞIMSIZ" olunca, anadilleri serbest bırakılmış Danca, dışarlanmış ve eski nüfus kütüklerindeki "Zoraki Danca" isimler dışarlanmıştır. Hansen vån Æiberg de Faroyar diliyle Hansen Aiberg von Heiberg olmuştur. Hans+en=Hz.Yahya+gillerden demek. Ai+berg=Yarım yumurta, kubbe+Dağ demektir. Bir de "Soylu" kanının nişanesi olan von Heiberg zümre ismi bindirmişler. Heiberg (Ayberk okunur, çünkü fransızca gibi ilk h harfi çok siliktir adeta okunmaz, sondaki b,d,g harfleri de Türkçe kuralında olduğu gibi p,t,k okunur.)

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte aile bu kez "Almanya" şubesini açınca Hans von Äiberg kulunuz oluveriyorsunuz. Bunlar olurken, siz henüz kundakta yeni doğmuş bebeksiniz.Bu garip garip isim enflasyonu içinde zavallım Hans, Türkiye'de kırkyaşında kitap yazacak. Acaba hangi ismi kullansam? Türklerin ikinci vatanı olan Almanca" uygun geldi. Ama bu kez ilk harf Danca Æ yerine Ä biçiminde noktalanıyordu. (Umlaut) Kitapların yazarına "Harf" bulamamıştık da, A'yı noktalamıştık (Äiberg gibi) , vån yerine von ve van gibi iki seçenek yazmıştık. (fon okunur)

Sonra vazgeçtik ve Türkçe okunuşuyla Hans Ayberg yaptık. Şimdi ben O kişiyim işte... Bir alfabe kurbanı...

Daha "Vaftiz ismim Peter" ile orta ismim "Edström"ü de kullanmadım, haberiniz ola! Şu ne yazdığını bilmeyen Tevfik Yener'in yazdığı von Aytek diye asla bir soyadım olmadı.)

Şimdi yeniden bir isim değişikliğine gitmek için dava açtım, kazanacağım kesin olduğu için ismimi size şimdiden açıklayabilirim: Hunnes Ayberk... (Tekvir 15'de geçen bu isim "Dinidir, reddilir" denirse, bu kez "Ayberg Ayberk" ad ve soyadını alacağım, şimdiden duyurulur! Böylece şu isim soyadı "KAOS ve ENİGMA"sı bir bitsin de kurtulayım. Önüne gelen bana bir ad takıyor, Hasan, Mehmet, Muhammed, Bülent-Ecevit vb. bu işgüzarlık niye?)

Hiçbir zaman SOYADI değiştirilmiyor. Çünkü o evrensel. Amerika'da yığınla Zilciyan, Fırıncıyan var... Selanikte YLavruoğlu (Yavriogli) var...MİRAS hakkı kaybolmasın diye dokunulmuyor. Metin Mert diye biliyoruz ama nüfus kağıdının altında bir bölüm var. Arka sayfada en altta "Önceki soyadı" diye... Benim ön sayfada Ayberg ve o dediğim yerde von Aiberg yazıyor. Yani soyadından kurtulmanız mümkün değildir, ama isim değiştirilebiliyor. İsmi Türk vatandaşı olunca aldım. Zaten başka türlü de verilmez ki. O dönemde "Evlatlık" idim. Bu imkanı bize veren (Aynı zamanda Naim Süleymanoğlu'na vb. veren) rahmetli Özal'dır. Bir saatte bakanlar kurulu emriyle Türk vatandaşı olabiliyorsunuz artık.

Rahmetli Müfide Annem ise anadili gibi Rusça bilir ve öğretirdi (Rusça, Çuvaş, Başkırt, Kazan Türkçelerinin ayrışması yüzünden ORTAK dil yerine geçiyor. Nitekim 400 dilin konuşulduğu ve kimsenin kimseyi anlamadığı Hindistan da İNGİLİZCE RESMİ DİL). Ama en çok sevdiğim dil Sankritçe oldu. İbrahim'in Nemrut dönemi/Babilonya kulesi olayına kadar EGEMEN TEK DİL idi.

İsveççe-Norveççe-Danca-İzlandaca ZATEN TEK DİL gibi. Türkçe içinde ayrıca iki dil var: Arapça ve Farsça. Bunlara da geçmek kolay oldu, etti yedi. İngilizce okul dili, Almanca yardımcı dil, etti dokuz. Sankritçe (ölü ama, İbrahim'in dili olduğu için ona ben hayat vermek için öğrendim), etti on. Latin dillerine aşinayım (Fr, İt, İsp vb.). Diğer Germen dilleri ise çok kolay (Flamanca , Frizonca vb.).

Nordic dillerini bilirim... Bir eşim Danimarkalı diğeri İsveçli’ydi yıllarca evli kaldım, Türkiye’li olsam bile bunları ben evlilik yoluyla bilebilirdim zaten... Kuzeyli olmadan da bu diller bilinir. Ama şu bilinmez: Old Teutonic dili... Ben bunu da biliyorum, bu benim katmerli Norman olduğumun işaretidir. Hem de bu dili Runik alfabesiyle yazar-okurum. Bunlar evlilik yoluyla öğrenilmez... Orijinal olmak zorundadır Tötonca konuşan...

Ben Van Der Zee firmasının tertiplediği bir konferansta üç kuzey diliyle simultane çevirmenlik yaptım da TV'lere haber oldum...

Size bir olayı anlatmak istiyorum. 40 yaşındaydım ve zaten kitap yazma emrim gelmişti. Aslında bin kadar makale yazmıştım ki bunlardan düzinelerle kitap olurdu. Hani yağmur yağıyorsa ilk alışverişiniz bir koruyucu (Şemsiye, yağmurluk vb.) olur ya... Ben de KİTSAN ile çalışır buldum kendimi İlk onlar talip oldular, ben de bir hayır vardır diyerek seçicilik ve piyasa araştırması yapmadan razı oldum ve oturup ilk iki cildi 8 gün gibi kısa bir zamanda gece-gündüz kesintisiz yazdım ama 5 ay sonra çıktı... Niçin mi?

Bin kişiye gösterildi. Tarikat şeyhlerinden tutun da, mahalle muhtarlarına kadar. Hatta cami görevlilerine kadar... Sonuçta bir kırpıntı başlamış. Döndüm yurtdışından kitapların halen yayınlanmamış olmasına şok oldum. Çünkü 8 günde iki kitap yazıyorsunuz... 8 ayda daha çıkmamış!!! (Bilirsiniz ben oturdum mu chat gibi yazıyorum, adı kitap oluyor). Neler söylüyorlar neler:

Üstad (ben oluyorum) Şu “karadelik” lafı çok belden aşağı başka bir şey diyelim mi ona?... Hocam şu uyduruk Türkçe çok müstehcen “yaşam” yerine “hayat” diyelim... Dalga mekaniği demiyelim dalga geçmek anlar bizim bu cahil millet, mesela mihaniki mevce diyelim... Saidi nursi üslubuyla yazsanız dünya size üşüşür ve alkışlar...

Bu laflara sabrettim. Bana en koyan şu oldu: Biyografimi bulmuşlar Kraliyet Akademisinden. Sözde bir kolejli yobaz genç de tercüme ediyor.

Biyografide şu yazıyor: Far Öer doğumlu Skandinav bir baba ile Alman bir anneden doğan... Danimarkalı yazarımız... Aynen şu diyalog oluyor telefonda: “Ben duymadım şu uyduruk Far Öer midir nedir, bunun yerine başka birşey yazalım... Skandinavlar Rus mu?" ve uzun pazarlıklardan sonra ben ALMAN oluverdim(!) Çünkü, "Türklerle Almanların iki dünya savaşında ve başka durumlarda bir takım dostluk ve bağları varmış, vefa borcumuz varmış, Almanya Türkler’le doluymuş falan filan... Far Öer diye özgür bir ÜLKE yok edildi, "Skandinav asıllı Alman bilim adamı..." diye yazıldım.

Hans adı olmazmış... Bana sormadan yanına Mohammed kondu. İki kitap birden çıktığı için ikisinde de "Mohammed Ayberg" yazıldı... Maliye vb. dinler mi? Mevzuatta "Kardeşim, adın neyse onu yaz" dediler..."Mali yükümlülük altındasın ve basın polisi tarafından denetleniyorsun"...

Yıl 1985 de oluyor bunlar, 17 yıl önce... Bununla da kalmadı ne korkunç yanlışlar yaptılar. Bakınız benim verdiğim uzun bir yazıyı şöyle yapmışlar:

"... Bu yüzden İSLAM-SÜNNİ-HANEFİ-MEVLEVİ" zincirini izlediğini görüyoruz... Sonsuzluk Kulesi ikinci ciltte bunlar yazılı, hemen başlarda bir yerde... Haberim yok ve keyfi değiştirilmişti. Ben ne yazmıştım biliyor musunuz:

"Müslüman olarak son nefesini vermeye andiçmiş... SÜNNETULLAH'a tabi, HANİF DİNİ seçmiş, Mevlaha Halidi Bağdadi'nin önayak olduğu bir öğretinin üyesiyim..."

Aman Yarabbi! Nasıl oldu da bu Müslüman-Sünni-Hanefi-Mevlevi oldu?

1. Müslüman tamam

2. Sünni DEĞİL SÜNNETULLAH (Sünnetullah=Hablillah=Allah'ın ipidir, MEZHEB-FIRKA YOKTUR). Resulullah Hanbeli değildi, Hz. Ali de Alevi değildi. İKİSİ ve 110 sahabeler sadece SÜNNETULLAH'tan idi. Sünnetullah oldu Sünneti Muhammedi

3. Hanif oldu Hanefi...

Bunu sordum ukala takımına... Yanıtları muhteşemdi: "Yanlış yazmışsın, Hanif değil Hanefi yazılmalıydı”. Adamlar böyle diyor delireceğim... Yahu dedim, "Hanif diye ayetlerde anlatılan bir din var hiç duymadınız mı?" Yanıt şöyle:

“Ben Hatmi devamlı yaparım, rastlamadım". Ötekisi de şöyle diyor: "Onu okudum, O ayetler İmamı Azamın geleceğini haber veriyor, nasıl ki Nur suresini Allah Saidi Nursi'ye indirdiyse, İmamı Azam'a da Hanif'i indirdi”...

Dedim ki, "Saçmalamayın Hz. İbrahim'den söz ediyor". Dediler ki, "Evet müşrik olmadığını söylüyor. Putperest olmadığını, tevhid dininden olduğunu... O din o çağın diniydi ve üzerine dört kitap indi, o din de sabiilik gibi ortadan kalktı. Eski bir dine mensup olduğunu söylemek seni gayrımüslim yapar"...

Yahu dedim, "Allah'ımız Resulullah'a diyor ki, yüzünü Hanif dine dön... Yanıt şöyle: "Orada murat edilen Hanefiliktir". Yahu İbrahim Milleti diyor ayet... Diyorlar ki: "İslamda Millet ve milliyetçilik yoktur!"

Mevlana olayı ise tam bir paradoksa döndü: Mevlana Halidi Bağdadi'yi HİÇ DUYMAMIŞLAR. Bildikleri tek Mevlana ise Celaleddin'i Rumi imiş.

İşte dostlar benim hazin hikayem bu. O sayfalar baştan yanlış gitti zaten... Hemen alttaki son paragrafta ise benim 7 dil (aslında 11 dil) bildiğimi yazmışlar. Niçin dedim? “11 çok geldi de ondan”... demezler mi? İki kızım olduğunu yazmışlar aynı paragrafa. Benim o zaman 4 kızım vardı (Şimdi 6). Niçin iki diye yazdınız dedim? “Onlar yetişkin müslüman olmayabilirler. Biz sabi olan küçükleri yazmayı uygun gördük”. Yanıtları böyle...

Bunlar Halvetiydi... Şeyh benim kitaplarımı denetliyormuş meğer... Göze sürme çekmek SÜNNET imiş erkeklere... Sünnet diye GİZLİCE gözlerine sürme çekiyorlar yalnız kaldıklarında... Kimse görmeden...(Kimsenin görmediği bir sünnet ne demek acaba?) Bizim Yayınevi mensupları da Halveti, onlar da aynı şeyi yapıyorlar.

Hadis'i aldım ve inceledim. Kılı kırk yardım ve gördüm ki orada AYNE (ayna cam, mercek, gözlük, lens hatta iris tabakası falan var) Saçmalamayın dedim. İkinci olarak da başlarına iğrenç olarak zeytinyağını çiğ ve vıcık vıcık sürmek de . Hadisi aldım, yine inceledim ve orada Zeytinyağlı şampuan ve Arap sabunu yani MAMUL madde gördüm, HAMMADDE değil...

Gelelim asıl konuya:

Acaba Hans Ayberg de mi şaşırdı da kendini Son peygamber ya da İsa, Mehdi, Evliya vb. ilan eden (Yukarıda saydıklarım) gibi bir şey mi ilan ediyor? Zaman yolcusu falan olduğunu mu ima ediyor? Vah vah bir "Aklı başında Hans Ayberg" kalmıştı, "Sizlere ömür" onu da kaybettik... (Mi acaba?)

Beni kaybetmediniz. "Ötekileri" kaybettiniz. Beni kazandınız.

Ben de sizi kazandım. Birbirimizi hak ediyoruz. HAK'a GİDİYORUZ.

"Evvel zaman içinde..." diye başlıyor zaman yolcusunun hikayesi...

Burada bir BİLİM-KURGU test ediyoruz.

Bu kurguya göre ben bir ZAMAN YOLCUSUYUM. (Değilim ama bana biçilen rol bu.) Sözde ben 309 yıl sonraki bir dünya-zamanından GERİ gelmişim.

Ben bir ZAMAN YOLCULUĞU masalının (anti)Hero'suyum.

Kimseye “Ben zaman yolcusuyum” diyemezsin, denemez de...

Bu seçimim yerinde mi? Diyorum ki, BİZ bir BİLİM KURGU romanı yazar gibi beyin jimnastiği yapıyoruz... Öyle diyeceğiz.

Ben bir zaman yolcusu muyum? (Gerçek yanıt: HAVET)

Burada okuyanlara yanıtım ise:

Yoo sadece KUR'AN MİSALLER (kurgular, bilim kurgular veriyor) YA, biz de bu misalleri (FİCTİON) şarkılı sazlı sözlü yapıyoruz.

Zaman yolcusunun ardından sevgiliden ağıt Take my breathe away.

Yeni candaşlarımız için yeniden yineliyorum:

burada BEN bir senaryonun KAHRAMANIYIM. (Aslında ben anti_hero'yum.)

Sözde ben 3 asır sonradan gelen bir zaman yolcusuyum.

DEĞİLİM, ama kurgu için önkabulümüz bu...

Çünkü bir senaryo yazacaksanız, mutlaka bir KAHRAMANI olmalı..

Burada kahraman benim.

Bir kahramanın bir de güzel alımlı bir asistanı olmalıdır.

Onun da adını JANA (ceyna okunuyor) koymuştuk.

"Geleceğin Mesajları" bunlar, kaptanın seyir defteri...

Beni saçmacılık, hayalcilikle suçlayacaklarsa, ŞİMDİDEN TİKSİNİP bizi bıraksınlar diye lazım bunlar...

Hulki Cevizoğlu'nun karşısında da bunları söylerim. Edip Yüksel ve milletvekili Yaşar Nuri değilim, neysem onu söylerim...

TV'de NEYSEM ONU SÖYLEMEDİM Mİ? Ötekiler gülünç olmadılar mı?

Ben VAKARIMLA ve melamiliğimle ve güleryüzlü sevgimle, orada HANİF ahlakıyla bulunmadım mı? Hatta beni aşırı yumuşak bile buldular...

Hayır oraya bir TAKTİK veya ROL olarak çıkmadım. KENDİMDİM. Ta kendimdim. SEVGİ doluydum, SEVGİYDİM... ORADA ben BEN olarak vardım. Sen sen değilsen ROL yaparsın, ya da hırçınlaşıp cerbezelik yaparsın... Şu açık oturumlarda o ROL KESENLERİ görüyorum.. Gördükçe de şu dürüstlüğü ÇOK SEVİYORUM. ALLAH da dürüstü çok sever.

 

Medyatik Olmak

Medyatik olmak nasıl bir şey? Ben 40 yaşıma kadar BİLİM adamı olarak medyatik değildim. En başa dönersek, geldiğim 1965 yılında "Yabancıların, sanat faaliyetleri dışında" Türkiye'de çalışma izni yoktu.

Ben de SANAT tarafımı konuşturdum. O zaman TV, Medya vb. nerede? Boğaziçi ağırlıklı olmak üzere sadece sosyetenin gittiği (Bir gecede bıraktıkları para bir memur aylığıydı) çok az sayıda lokal ve klubde müzisyen-şantör olarak çalıştım.

O zamanlar Aldo, Arto vb. gibi Gaco'lar yoktu. Hayko, Hans falan gibi maçolar vardı. Üstelik gazeteler de bunu yazmazdı, Türkiye bir yana, İstanbul içi bile bilmezdi bizleri...

Tele-voleler yoktu, çünkü Te-Ve yoktu. (Vardı da yeniydi üç saat yayın yapıp kapanan renksiz ve çirkin bir ekran vardı. Bırakın bizi, ünlü şarkıcıların bile TRT denetiminden geçmesi deveye hendek atlatmaktı. Barış Manço, Gencebay bile EBEDİ kaydıyla yasaklanmışlardı ve çıkamıyorlardı ekrana!)

Herşey değişti şimdi! Ben ünlü bir müzisyendim ama Medya yoktu! Daha sonra gazeteci oldum. Bu kez gazete üst düzey yöneticisi olunca "Kendi kendimizi reklam edemez" idik. Ünlü bir gazeteci oldum. (Öyle diyorlar, çığır açmışım!) Ünlü bir yazar belki de... (1 milyon 350 bin kitap ile TC rekoru bendedir.)

Kim biliyor bu RESMİ rakamları? Rekorlar kitabına girmeyen TEK BEN kaldım!

Bütün ansiklopedilerde, bir tek şiir tek hikaye denemesi yayınlayanın bile adı varken, 49 kitap yazmış Hans Aiberg'in adı hiç geçmez. Orhan Pamuk ise bir tek kitap yazdı, dört ansiklopedi'de biyografisi anlatıldı. Ansiklopedilerde ağzını hiç açmamış Milletvekilleri var! Ansiklopedilerimizde yok yok. Hans Aiberg dışında...

Beni ismen WEB'de arayın, bir kaç başlıktan başka hiçbir bilgi bulamayacaksınız. Çoğu da aleyhimde zaten! Kim biliyor 1,3 milyon kitap ile best-seller olmuş adamı? O kadar bilmiyorlar ki, "Kürtmüş, Zenciymiş, Nurcuymuş, Yahudiymiş" diye yazıp durdular. Kariyerimi bile tartışıyorlar, Üniversitedeki odamdan şu satırları yazan bir hoca olmama rağmen... Kapımda Prf.Dr.Hans von Aiberg yazılı kocaman pirinç harflerle... BİRİ içeri giriyor ve bana, "Sizin sahte bilim adamı olduğunuz söyleniyor?" diye ikram ettiğim çayı odamda içerken... "Yok" diyorum, "Bu üniversite özeldir, burada sahte bilim adamları vardır, öteki üniversitelere benzemez. Zaten 2000 öğrenci de sahte öğrencidir, hepsi tinercidir." diye sarkistik takılıyorum. "Hocam kızma, senden öğrenmek istedim" Böyle yüzlerce kişi kuyruk olup kapıma geldiler ve densizlik dizboyuydu.

Neden? Çünkü Medyatik olmalısınız! Medya ne yazarsa doğrudur! Sabah gazetesi,Aktüel dergileri ne yazarsa ATV ne söylerse o doğrudur! Kapınızdaki kocaman harfler değil; personel müdürlüğündeki "Dosyanız, diplomanız" doğru değildir. Medya doğrudur sadece!

Ben medyatik olmak asla istemedim. Müzisyen kalsaydım Manço olmuştum. Gazeteci kalsaydım, Sabah, Hürriyet Milliyet'ten ve hatta Star'ın Genel Yayın Müdürü olarak kalmıştım. Müsteşarlıkta ve Özal'ın danışmanlığında kalsaydım, şimdi milletvekili (ötesinde) bakan olmuştum...Hepsini reddettim. İstifa ettim! Bilinçli yoksul kaldım. Kendimi istifade edilmeye açtım. Bilimle buluşturdum aydınları ve de Haniflikle...

Eğer TV, İnternet vb. olmasaydı ya da kitap yazmasaydım, ben yine ben olarak bu bilgimle yalnızbaşıma devam edecektim. Ama kimsenin haberi olmayacaktı. Ve benim yazdıklarımdan kimsenin haberi olmaması ne demek bilir misiniz? Gözünüzü kapayıp bir düşünün! Eski tas eski tarak, duvarda asılı bir kur'an ve onun yerine ikame edilmiş Hadis'lerin saltanatında, bol bol evliya masallarına kapılıp, Taliban'ın destekçisi olurdu pek çok kişi... Usame 1000 Ladin'e alkış tutarak! (Reklam bu ya, İyi ki varım!)




42 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page